Her yer beyaz olsa, kalır mı değeri hiç beyazın?
Siyah gerek beyazın yanına...
Her daim gülsek, şen olsak; nasıl anlarız gülebilmenin değerini?
Ağlamak gerek gülmenin yanına...
Dalga dalga coşarsak, incinmez mi hiç omuz verdiğimiz sarp kaya?
Durulmak, dinlenmek gerek çoşmanın yanına...
Aynılığa mahtum olursa yüreğimiz, renklerle donanır mı hayatın göğü?
Yağmur gerek, gökte açacak renk kuşağına...
...
Her şey zıttıyla vardır , aynıyla yok. Nedendir bu her duygunun, her rengin, her şeklin ve cümle kainatın sahibiymişiz gibi davranıp içlerinden yanlızca birini kendimize uşak edinmeye çalışmalar?
Önce bu çukura düşüyoruz, sonra da seçtiğimiz o uşağın tekliğinde boğulup heba oluyoruz. Üstelik bu boğulmaları idealmiş gibi algılayıp nefes alanları da boğmaya çabalıyoruz...
Elindekinin değerini kaybedince anlamak klişesini dile getirmeyeceğim elbette yeniden ama kaybetmeden farketmek gerektiğini de büyük harflerle söyleyeceğim.
Ardından koştuklarımızın ardına insanları takmadan önce doğru yönde olup olmadığımızı anlamız gerekiyor. Sen doğru zannediyorsun diye yürüdüğün yolun doğru olduğunu koşulsuz kabul etme.
Arada bir dur, dinle, dinlen, yağmuru izle ve siyahı gör ... Seni sen yapanın aslında onlar olduğunu anla, emi ...